16 Mart 2007

Parkeoloji TAŞINDI !!!!!



Taşındık.. :)

"Arkeolojiye dair" artık

http://www.parkeoloji.com adresinde! Lütfen tıklayın..







10 Mart 2007

İstanbul Arkeoloji Müzesi


Osman Hamdi Bey’in 1891 yılında kurduğu ilk Türk müzesi ve 1 milyondan fazla eseriyle dünyanın en büyük müzelerinden biri olan Müze-i Hümayun’u, bugünkü adıyla İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni yılda sadece 200 bin kişi ziyaret ediyor.
Gülhane Parkı’ndan Topkapı Sarayı’na doğru çıkan Osman Hamdi Bey Yokuşu’nda yer alan müze, Arkeoloji, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk olmak üzere üç ayrı bölümden oluşuyor.
19. yüzyıl sonlarında ünlü ressam-müzeci Osman Hamdi Bey tarafından Müze-i Hümayun-İmparatorluk Müzesi olarak kurulan ve 13 Haziran 1891’de hizmete açılan İstanbul Arkeoloji Müzesi, ilk Türk müzesi olmasının yanı sıra, dünyada müze olarak tasarlanmış ilk müze binası özelliğine de sahip bulunuyor.

Balkanlar, Afrika, Anadolu, Mezopotamya, Arap yarımadası ve Afganistan gibi Osmanlı sınırları içinde yer almış bölgelerden toplanan 1 milyona yakın eserle dünyanın önde gelen müzeleri arasında bulunan Arkeoloji Müzesi’nin ana binası Osman Hamdi Bey tarafından 1891’de mimar Alexadre Vallaury’ye inşa ettirildi.

1902 ile 1908’deki ilavelerle bugünkü durumuma getirilen müze ana binasının, müzede sergilenen İskender Lahdi ile Ağlayan Kadınlar Lahdi’nden esinlenilerek yapılmış olan dış cephesi, İstanbul’daki neo-klasik tarz yapıların en iyi örneklerinden biri olarak biliniyor.
İki katlı binanın üst katında, çeşitli dönem ve medeniyetlere ait küçük boyutlu taş eserler, çanak çömlekler, pişmiş toprak heykelcikler, Hazine Bölümü’nde yaklaşık 800 bin sikke, mühür, nişan, madalya ve sikke kalıpları ile 70 bin civarında kitaba sahip bir kütüphane yer alıyor.

Binanın alt kat salonlarında ise M.Ö. 4. yüzyıla ait olan ve dönemin günümüze kadar ulaşan en nadide eserlerinden biri kabul edilen İskender Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi, Satrap Lahdi, Lykia Lahdi, Tabnit Lahdi gibi Sayda kral mezarlarında bulunan ünlü lahitler, önemli antik kent ve bölgelerden gelen heykel ve kabartmaların yer aldığı Antik Çağ heykelciliği örnekleri bulunuyor.

Aynı katta Arkaik dönemden Bizans dönemine kadar olan heykel sanatı gelişimi de, kronolojik sıralama içinde en seçkin örnekleriyle veriliyor.

Ana binanın güneydoğu bitişiğinde yer alan 6 katlı ek binanın iki katında depo, dört katı ise sergileme salonu olarak kullanılırken, “Çağlarboyu İstanbul”, ‘Çağlarboyu Anadolu ve Troya” ile “Anadolu‘nun Çevre Kültürleri: Kıbrıs, Suriye-Filistin” sergileme salonları, Çocuk Müzesi ile mimari eserler ziyaretçi bekliyor.
1998’de ziyarete açılan Thrakia-Bithynia ve Bizans sergileme salonunda ise, “İstanbul’un Çevre Kültürleri” eserleri sergileniyor. 100. kuruluş yıl dönümü olan 1991 yılında alt kat salonlarında yapılan yeni düzenleme ve ek bina sergilemesi ile “Avrupa Konseyi Müze Ödülü” de alan müzenin, 1883 yılında Osman Hamdi Bey tarafından Sanayi-i Nefise (Güzel Sanatlar Okulu) olarak yaptırılan diğer binasında da Anadolu, Mezopotamya, Mısır ve Arap eserleri sergileniyor.

Müzenin bu bölümündeki ünik eserler arasında, Akad Kralı Naramsin’in steli, tarihteki ilk yazılı anlaşma olan Kadeş Antlaşması ve Zincirli heykeli ile 75 bin çivi yazılı belgenin korunduğu “Tablet Arşivi” yer alıyor.

Arkeoloji Müzesi’nin bir diğer bölümü olan ve Fatih Sultan Mehmet tarafından 1472 tarihinde yaptırılan, ayrıca İstanbul’daki en eski Osmanlı sivil mimarlık örneklerinden biri olarak gösterilen Çinili Köşk’te, Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait yaklaşık 2 bin nadide çini ve seramik eser sergileniyor.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürü İsmail Karamut, müzelerin, eğitim kuruluşları olduğunu ifade ederek, “Müzeler, aydınlanma yolunda önemli bir kilometre taşı, çağdaşlaşmanın en önemli unsurlarından biridir. Müzelerden geçmeyen toplum bana göre çağdaşlaşamaz” dedi.

Arkeoloji Müzesi’nin, dünyanın en önemli müzelerinden biri olmasına rağmen, Topkapı Sarayı ve Ayasofya Müzesi ile kıyaslandığında yeterli ilgiyi gördüğünün söylenemeyeceğini kaydeden Karamut, “2004 sonu itibarıyla müzelerimizi ziyaret edenlerin sayısı 117 bin civarındaydı. Kapalı bölümlerin de açılmasıyla bir artış sağlandı ve 200 bine yaklaştık. Bunların yüzde 50’den fazlası yerli turist ve çoğunluğu da zaten öğrencilerden ve kalan kısmı da yabancı turistlerden oluşuyor. Bu rakam, yılda ortalama 1 milyon ziyaretçi alan Topkapı Sarayı’nın çok çok altında. Bunun farklı nedenleri var. Ayasofya ve Topkapı popüler yerler, elbette onların ziyaretçisi fazla olacak ama bizim hedefimiz de o rakamları yakalamaktır” şeklinde konuştu.

Halkın arkeolojik eserlere karşı ilgisiz olduğunu ifade eden İsmail Karamut, müzenin halen kapalı olan ve onarımı devam eden bölümlerinin de bu yılın Mayıs ayında hizmete açılacağını bildirdi.
PAZARTESİ GÜNLERİ VE ÖĞRENCİLER İÇİN ÜCRETSİZ
Karamut, müzeye girişin “halk günü” olan pazartesi günleri ve öğrenciler için ücretsiz olduğunu vurgulayarak, “Halkımız Topkapı Sarayı’ndaki bir padişah kaftanına gösterdiği ilgiyi buradaki binlerce yıllık eserlere de göstermelidir. Belki de sorunun kaynağı budur. Halkımız İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde sergilenen eserleri belki de kendi kültüründen kabul etmediği için yeterli ilgiyi göstermiyor. Oysa Anadolu toprakları içerisinde yer almış bütün medeniyetler bizim mirasımızdır” dedi.

Müzelere ilgi uyandırmanın yolunun müzecilik sisteminin yenilenmesinden geçtiğini ifade eden İsmail Karamut, sözlerini “Şu anda devlet menşeli ve devletin kontrolünde bir müzeciliğimiz var. Bunu yapmalıyız, ama müzelerin en azından yarı özerk bir yapıya kavuşturulması, bağımsız olması gerektiğine inanıyorum. Geçtiğimiz yıllarda çıkartılan bir yasa ile bunun bir anlamda sağlanmasına çalışıldı. Yani müzelerin kendi geliriyle geçinen ve kendi kaynağını yaratan kurumlar olacağına inanıyorduk, fakat bu uygulamaya tam anlamıyla geçilemedi. Her şeyden önce yeterli uzman gerekiyor. Uzman sıkıntısı giderilerek müzelerin ekonomik bağımsızlığa kavuşturulması” şeklinde bitirdi.
http://www.ntv.com.tr 'den alınmıştır.



02 Mart 2007

Ben Laodikya'yım..


Sevgili hocam, Doç. Dr. Celal ŞİMŞEK'in, çok sevdiği ve kazı başkanı olduğu Laodikeia Antik Kenti'ne yazdığı, 3 Haziran 2006 tarihli bir şiir;


Bin yıllar içinden sana neler söylüyorum, bir bilsen.
Ben geçmişim, seni yönlendiren,
Algılayabiliyor musun beni?
Ben gümüş dizginli atlarıyla dolaşan tanrısal POLEMON’u,
Meclis binamda adalet dağıtan CİCERO’yu gördüm.
Odeon’umdan gelen o güzel ezgilerimi,
Sen de binyılların ötesinden,
Hissedebiliyor musun?
Ben dünyaya hükmeden Hadrian’ı,
Kardeşini katleden acımasız Caracalla’yı,
Diktatör Valens’i bile ağırladım,
Benim hoşgörüm engindir,
Anlıyor musun?
Ben Laodikya’yım…
Bin yıllardır dibinizde uyuyorum,
Ne filozoflar, ne mimarlar, ne yontucular, ne tüccarlar,
Ne güzeller benim bağrımda yaşadı.
Binlerce insanın mutluluğunu, üzüntüsünü paylaşan sır küpüyüm,
Anadolu’nun bir parçası olarak,
Uygarlığa hayat verdim.
Size fısıldıyorum, dostluğunuzu, sıcak sevginizi uzatın bana,
Ben size hep uzattım.
Ben Laodikya’yım…
Terk edilişimden 1300 yıl sonra seninle hayat buldum,
Bağrımı eşeledin, sevgimi uzattım sana,
Güzel Laodike’ye dokununca ne hissettin?
Ben dostum, ben bereketim, ben uygarlık,
Ben sanat, ben medeniyetim, ben başarıyım,
Ben modayım, ben tekstilim, ben bankayım, ben ışığım,
Ben şiirim, ben güzelliklerim,
Binyılların içinden sana uzanan.
Ben Laodikya’yım…
Binlerce yıldır talan edilmeme rağmen sana ulaşan elim,
Şimdi mutluyum, artık beni anlıyorsun,
Ben seni geçmişe bağlayan köprüyüm,
Üzerimden geçene hiç ihanet etmedim.
Sen de bana ihanet etme…
Ben Laodikya’yım…
Cehennem sıcağında beni gün yüzüne çıkarıyorsun,
Bakma şimdi dinleneceğin yeşil gölgem yok,
Ama senin duyguların, senin çaban, senin özverin, senin aşkın,
Tekrar filizlendirmeye, yaşatmaya başladı beni,
Hiç el uzanmamıştı bana, şimdi binlerce el uzanıyor,
Salbakos’un önünden…
Ben Laodikya’yım…
Neler yaşadım, ne aşklara kucak açtım,
Ne dertlere göğüs gerdim, ne acılar çektim,
Yine de binyıllardır sana elimi uzatıyorum,
Bana uzatılan elleri hiç boş bırakmadım,
Bana hep uzat elini.
Ben Laodikya’yım…
Binyılların içinden bana hayat verenleri,
Bana gönül verenleri, beni koruyanları,
Beni yaşatmak için finans verenleri taçlandırıyorum,
Benim taçlandırmam seni geleceğe taşır,
Tıpkı benim gibi.
Ben Laodikya’yım…
Artık mutluyum,
Beni artık anlıyorsun,
Ben ne söylesem az gelir sana,
Şimdi sıra sende…
Binlerce el uzanır bana Salbakos’un önünden,
“ver elini ver bana Laodikya”,
Sana kucağımı binlerce yıldır açtım,
Benim kucağımda fani olmanın çaresizliğini unutacaksın,
Seni yazıyorum unutulmamak üzere,
Çünkü ben Laodikya’yım…
İHANETİM ASLA OLMAZ…

26 Şubat 2007

Stonehenge'i İnşa Edenlerin Evleri Bulundu


Efsanevi Salisbury ovasının yakınındaki Durrington Walls bölgesinde yapılan kazılarda eski evler ortaya çıkarıldı. Bu da, bir Neolitik Dönem köyünü işaret ediyor.
Bulunan yerde yaşam izleri, M.Ö. 2600-2500 yıllarına ait. Bu da Stonehenge'in inşasıyla aynı döneme rastlar.
İnsanlar burayı mevsimlik olarak ritüel şölenler ve cenaze törenleri için kullanıyorlar gibi görünüyor. (Evlerdeki rastgele atılmış yiyecek kalıntılarının bulunması, mevsimlik kullanımı işaret eder.)
Bazı arkeologlara göre, Stonehenge'in tarihlenmesinde problemler olabilir; çünkü buradaki taşlar, çeşitli zamanlarda onarılmış.
Durrington'daki kazılarda toplam sekiz ev ortaya çıkarılmış. Uzmanlar toplam ev sayısının en az yüz olduğunu düşünüyorlar.
Evlerin her biri aşağı yukarı beş metrekare büyüklüğünde. Yapı malzemesi olarak ağaç ve kil kullanılmış, tam ortada bir ocak bulunuyor. Arkeologlar evlerin altında 4600 yıllık kalıntılar da bulmuşlar.

20 Şubat 2007

Pedasa Antik Kenti

Pedasa, Bodrum’un 4 km. kuzeyinde, Gökçeler denilen yerde, yarımadanın dağ dizilerinin sona erdiği vadi geçidindedir. Bitez’in (Ağaçlı köyü) yanı başındaki denize dökülen dereden kuzeye doğru gidildiğinde ulaşılan tepede kentin kalıntıları ile karşılaşılmaktadır.


Pedasa sözcüğüne M.Ö. 2000'lerde Luwi dilinde rastlanmaktadır. Prof. Dr. Bilge Umar, bu sözcüğün “suyu bol” anlamına geldiğine işaret etmiştir. Troas bölgesinde de aynı ismi taşıyan bir kent olduğu İliada destanından öğrenilmiştir. Herodotos bu kent ile ilgili bazı bilgiler vermiştir. Buna göre Pedasa’da Athena ile eş tutulan bir tanrıçaya ait mabetteki rahibelerin yüzlerinde sakal çıkması burada yaşayanların kötü bir olayla karşılaşacakları düşüncesini yerleştirmişti. Strabon, Pedasa’da Leleglerin yaşadığını, bunların kısa zamanda çoğalarak Myndos ile Bargylia’ya kadar uzanan toprakları ele geçirmekle yetinmeyip Pisidia’nın da büyük bir parçasını ele geçirdiklerini belirtir. Sonraki yıllarda Karia’lılarla birlikte Yunanistan seferine gittiklerinde orada kalarak yayılmışlar ve soyları da yok olmuştur. M.Ö. 547’de Persler Lydia krallığına son verdikten sonra Karia üzerine yürümüşler ve burada karşılarına Pedasa’lılar çıkmıştı. Üstün Perslere karşı sonunda Pedasa’lılar boyun eğmek zorunda kalmışlardı. Ayrıca M.Ö. 5.yy'da Pedasa’nın ismi Delos Deniz Birliğine ödenen katkı payları arasında geçmiştir. M.Ö. 4.yy'da Mausollos’un Karya'nın başkenti yapılan Halikarnassos’a göç etmeye zorladığı altı Leleg kentinden birisi de Pedasa olmuştur. Sonrasında Pedasa askeri bir kale olarak varlığını sürdürmüştür.

Pedasa, sur duvarları ile çevrili kulelerle takviye edilmiş tepede iç kalesi bulunan bir kent konumundadır. Dini bir merkez olan şehrin Athena Tapınağı sur duvarları dışındadır. Pedasa çevresinde büyük bir nekropol var ve burada gömülmek bölge halkı için bir onur sayılırdı.

Son yıllarda Prof. Dr. Adnan Diler başkanlığında Muğla Üniversitesi Arkeoloji Bölümü burada yüzey araştırmaları yapmakta ve çok önemli bilimsel değer taşıyan bulgular elde etmekteler.

Burada yapılan yüzey araştırmalarında bulunan çanak-çömlekler bu göçten sonra Pedasa’lıların bir süre daha kentlerini terk etmediğini göstermiştir. Pedasa’da yeterince arkeolojik bir araştırma yapılmamasına karşılık, buluntular kentin surlarla çevrili yuvarlak bir plân düzeni olduğunu göstermiştir. Bazı kalıntılar arazi konumundan ötürü kentin teras duvarlarıyla desteklendiğini, yamaçlarında Leleg mezarları ile çanak-çömlek parçaları bulunduğuna işaret etmektedir.

Pedasa Antik Kenti Arkeoloji ve Hobi Parkına Dönüşecek

M.Ö. 6. ve M.S. 11. yy. arasında tarihin en önemli ticaret ve kültür merkezlerinden biri olan Leleg uygarlığının izlerinin bulunduğu Antik Pedasa kentinin Arkeoloji ve Hobi Parkı olması için proje hazırlandı.

Yaklaşık 1.5 milyon dolara hayata geçirilecek olan projenin başlatılması için sivil toplum örgütleri ve Kültür ve Turizm Bakanlığı'yla temasa geçildiğini belirten Konacık Kalkındırma ve Kültürel Varlıklarını Koruma Derneği (Konkad) Başkanı Mehmet Melengeç, 11 yıldır, Pedasa Antik Kentini Kurtarma Kazıları Projesi'yle kentin büyük bir bölümünün gün ışığına çıkarıldığını bildirdi.
Melengeç, antik kentin daha iyi tanınması, korunması ve arkeoloji tutkunlarının atölye çalışması için hazırlanan hobi ve arkeoloji parkı projesinin hayata geçirilmesi için kurulacak komisyonun kısa zamanda çalışmalarına başlayacağını kaydetti.


Antik Pedasa Kenti Arkeloji ve Hobi Parkı Projesi için Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’tan destek istendiğini belirten Melengeç, “Projenin hayata geçmesi durumunda 40 dönümlük arazi üzerinde sosyolojik, doğal ve kültürel envanter çalışmaları, kazılarla ortaya çıkarılan yerleşim mekânlarının restorasyonu, ziyaretçilerin, tarih ve arkeoloji bölümü öğrencilerinin, arkeologların denetiminde Leleg, Karya uygarlıkları, Helenistik, Roma, Bizans, Osmanlı ve Türk kültür ve yaşamının tüm izlerini bir arada görebilmeleri sağlanacak” dedi.
Bölgede 5 yıldır kazı çalışmalarını sürdüren Pedasa Antik Kentini Kurtarma Kazıları Projesi Koordinatörü Prof. Dr. Adnan Diler ise projeyle önemli eserlerin gün ışığına çıkartılmasına devam edileceğini, bölgenin de dünya turizmine açılacağını vurguladı.
Konacık Belediye Başkanı Mehmet Tosun da alternatif turizme örnek model olacak bir kültür çalışmasını başlattıklarını belirterek projeye her türlü desteği vereceklerini açıkladı. Tosun, “4-5 proje sonunda bölgeye yüz binlerce turist akını olacağına inanıyoruz. Proje antik kentin korunmasını sağlayacağı gibi bölgeyi tüm dünyaya tanıtacak” dedi.


Kaynakça

http://akyaka.org

19 Şubat 2007

Müzeler İçin 2007 Projeleri

Bu yıl, 4 yeni müze açılacak, kapalı 15 müze yeniden faaliyete geçecek, 46 müzede geçen yıl uygulanmasına başlanan elektronik güvenlik sistemi öteki müzelerde de uygulanacak. 36 müzede tamamlanan envanter çıkarma ve sayım çalışmalarına bu yıl da devam edilecek. SSK, Emekli Sandığı ve Bağ-Kur mensuplarına müze girişlerinde yüzde 50 indirim uygulanacak.
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Orhan Düzgün, 2007 yılında, Bilecik Müzesi, Isparta Uluborlu Müzesi, Karabük Safranbolu Müzesi ve Osmaniye Kadirli Karatepe Müzesi olmak üzere 4 yeni müze açılacağını söyledi. Düzgün, Tokat, Diyarbakır, Elazığ, Van ve Samsun gibi 15 ilin onarım ve restorasyon nedeniyle kapalı olan müzelerinin de yıl içinde açılmasının hedeflendiğini bildirdi. Konya, Nevşehir, Kahramanmaraş, Adana, Gaziantep, Erzurum ve Sivas’taki 13 müzenin de “yeniden yapılandırılacağını” belirten Düzgün, eski tekniklerle teşhir edilen eserlerin teşhir ve tanziminin yenileneceğini ve sergileme mekanlarının tekrar düzenleneceğini kaydetti.
Müzelerde yaklaşık 3 milyon eser olduğunu belirten Düzgün, geçen yıl 46 müzeye elektronik güvenlik sistemi kurulduğunu veya yenilendiğini, kalan müzelerin güvenlik sistemlerini de yıl içinde yenilemeyi planladıklarını söyledi. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ndeki eserlerin dijital ortama aktarılması ve kontrolü amacıyla yaptıkları çalışmaları anlatan Düzgün, “Akıllı Kamera Sistemleri” adlı pilot proje uygulamasının başlatıldığını bildirdi. Orhan Düzgün, güvenlik hizmeti için 2005 yılında 118 olan personel sayısının 2006’da 316’ya çıkarıldığını kaydetti.
Orhan Düzgün, müzelerin 2006’daki ziyaretçi sayısının yaklaşık 16 milyon kişi olduğunu belirtti. Düzgün’ün verdiği bilgiye göre, 65 yaş üstü, üniversitelerin arkeoloji, sanat tarihi gibi ilgili bölümleri, öğrenci grupları ve basın mensupları için uygulanan indirimler genişletilecek. 1 Martta başlayacak uygulamayla, SSK, Emekli Sandığı ve Bağ-Kur mensupları ile emeklilere müze girişlerinde yüzde 50 indirim uygulanacak. “Müzelerin Gecesi” etkinlikleri ile halkın ücretsiz olarak müze ziyaret etmesi sağlanacak. Ayrıca, geçen yıl başlanan ve on ayda 160 bin kişinin müzeleri ziyaret etmesini sağlayan “Halk Günü” uygulamasına 2007’de de devam edilecek. Bu uygulama kapsamında müze ve örenyerlerine pazartesi günleri ücretsiz girilebilecek. Halk Günü uygulaması, Topkapı Sarayı’nda salı günleri yapılacak. Öğrenciler müzeleri ücretsiz gezmeye devam edecek.
Düzgün, hırsızlıkları engellemek ve müzeleri denetlemek için son bir yıldır genel sayım ve teftişe başladıklarını hatırlattı. Bakanlık müfettişleri nezaretindeki sayım komisyonlarının, 36 müzedeki çalışmasını tamamladığını belirten Düzgün, Aphrodisias Müzesi’nden çalınan sikkelere değinerek, “Müzenin kurulduğu 1979 yılından beri, ilk defa biz teftiş yapmışız. Teftiş sonucunda ortaya çıktı” dedi.
TÜRKİYE’DEKİ KÜLTÜR VARLIKLARI VE KAÇAKÇILIK
Türkiye’de şu anda bakanlığa bağlı müzelerde yaklaşık 2 milyon 815 bin 470 taşınabilir eser bulunuyor. Bu eserlerin yarısını sikkeler oluşturuyor. Sikke sayısının yaklaşık 1 milyon 658 bin 275 adet olduğu belirtiliyor. Bunun yanında, müzelerde 688 bin 32 arkeolojik eser, 290 bin 573 etnografik eser ile 118 bin tablet, 24 bin 885 el yazması, 23 bin 894 mühür ve mühür baskısı, 11 bin 281 arşiv vesikası ve 525 adet “diğer” kategorisine giren eser yer alıyor. Müzelere, kazılar sonucu veya satın alma yoluyla yıllık ortalama 25 bin eser kazandırılıyor. Bu arada, 2004 yılında 793 olan kaçak kazı ve kültür varlığı kaçakçılığı sayısının 2005’te 699’a, 2006’da 358’e düştüğü belirtildi. Ayrıca, müze ve örenyerlerindeki kaçakçılık sayısının da, 2004 yılında 9, 2005 yılında 10 iken, 2006’da 5’e düştüğü kaydedildi.
http://www.ntv.com.tr 'den alıntıdır.

14 Şubat 2007

Dünyanın En Eski Aşk Şiiri

Dünyanın ilk aşk şiiri 1889'da Bağdat'ın 150 km uzağındaki Sümer kenti Nippur'da bulunmuş 4 bin yıllık bir tablet üzerindeki şiirdir. ABD'li sümerolog Samuel Noah Kramer tarafından 55 yıl önce okunan tableti Türkçe'ye Muazzez İlmiye Çığ çevirdi. Günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir.

Sümer inancına göre, toprağın bereketini ve verimli olmasını sağlamak amacıyla, Kral'ın yılda bir kez Bereket ve Aşk Tanrıçası Ellil yerine bir rahibe ile evlenmesi kutsal bir görevdi. Bu şiir büyük bir olasılıkla Kral Şusin için seçilmiş bir gelin tarafından yeni yıl bayramını kutlama töreninde söylenmek üzere kaleme alınmıştı ve ziyafetlerde, şölenlerde müzik, şarkı ve dans eşliğinde söyleniyordu.

İşte dünyanın ilk aşk şiiri;

Damadım, kalbimin sevgilisi.
Güzelliğin büyüktür baldan tatlı.
Aslan, kalbimin kıymetlisi.
Güzelliğin büyüktür baldan tatlı.
Benim değerli okşayışlarım baldan tatlıdır.
Yatak odasında bal doludur.
Güzelliğinle zevklenelim.
Aslan seni okşayayım.
Benim değerli okşayışlarım baldan tatlıdır.
Damadım benden zevk aldın.
Annem söyle sana güzel şeyler verecektir.
Babam, sana hediyeler verecektir.
Sen beni sevdiğin için.
Lütfet bana okşayışlarını.
Benim Tanrım, benim koruyucum.
Tanrı Ellil’in kalbini memnun eden Şusin’im.
Lütfet bana okşayışlarını ...


Kaynakça

İlk Sevgililer Günü Kartı


Dünyanın ilk Sevgililer Günü Kartı’nın mucidi, 1800’lü yıllarda Amerika’da yaşayan Esther Howland...

Dünyanın en eski sevgililer günü kartı 1790'da Amerikalı Esther Howland'ın yolladığı karttır. El yapımı kartın dış yüzeyinde bir şiir yer alıyor. Üzerine kalp şekli boyanmış kartın içini açınca da Esther Howland'ın sevgilisine yazdığı aşk dolu bir mesaj okunuyor. Kart bugün Londra'daki İngiltere Posta Müzesi'nde sergileniyor.
19. yüzyılda ortaya çıkan bu kartlar, giderek şekil değiştirdi ve günümüzde de internete taşındı. “Sevgililer Günü”, dünyanın çeşitli ülkelerinde farklı geleneklerle kutlanıyor. Geçmişteki Sevgililer Günü adetleri, kalp şeklinde çikolatayı bir pakete sarıp sevgilisine vermekten çok daha yaratıcıydı. Romalılar döneminde yapılan bir festivalde kadınlar aşk mektupları yazar ve bunları bir vazoya koyardı. Romalı erkekler de bu mektupların üzerine isimlerini not düşer ve böylece çiftler birbirine aşklarını ilan ederlerdi. “Lupercalia” adı verilen ve Sevgililer Günü’nün atası sayılabilecek festivalde de sokaklarda çırılçıplak koşmaya kadar çılgınlıklara varılınca bu festival yasaklandı.
Kaynakça
Posta Gazetesi, 14 Şubat 2007

12 Şubat 2007

Priene Gymnasionları



GYMNASİON

Gymnasion, başlangıcı M. Ö. 6. yy’a tarihlenen antik Yunanistan’da halkın soyunarak beden eğitimi yaptığı yerdir. Gymnasionlar, 4. yy’a kadar şehir dışında, koruluklarda ve dere kenarlarında, spor ve askeri talimlerin yapıldığı geniş alanlardı. 4. yy’da okul şekline girmiş ve bu sebeple şehir içine alınarak mimari bir karakter kazanmışlardır.
Her Hellen kentinin kendi gymnasionu vardı. Pausanias (x. 4. 1) ‘ın bildirdiği üzere, gymnasion, agora gibi, polisi tamamlayan ögelerden biriydi. Büyük kentlerde bir palaestranın yanı sıra, iki ya da daha çok gymnasion vardı.
Eski gymnasionlar parka benzer, geniş yerleri kaplardı. Ancak sur içinde, dahası Sikyon ve Elis’tekiler gibi kentin tam ortasında da eski gymnasionlara rastlıyoruz.
İlk gymnasionların biçimleri konusunda bilgimiz azdır. Fougeres, gymnasionun tarihini dört döneme ayırır:
*İlk dönemde bir dramostan, yani bir koşu yolundan ya da bir spor alanından öte bir şey yoktur,
*İkinci dönem Arkaik Çağ’dır.;
*Üçüncüsü 4.yy ile Hellenistik Çağ;
*Dördüncüsü ise, Roma Çağı’dır.
Gymnasionun iyice gelişmiş mimari biçimi oldukça geç tarihlere ilişkindir.


GYMNASİON'UN BÖLÜMLERİ


Palestra: Açık avlu. Egzersiz ve spor faaliyetlerinin yapıldığı yer.
Korykeion : Boksörler için düzenlenmiş, onların kum torbalarıyla çalışma yaptıkları bölüm.
Konisterion : Güreşçilerin antrenman yaptıkları yer.
Eleithesion : Güreşçilerin yağlandıkları bölüm.
Ephebeion : Derslerin veya kültürel eğitimin verildiği yer; sınıf.
Loutron : Duş ve yıkanma yeri.

PRİENE


Priene dik yamaca uygulanmış ızgara planlı şehirlerin en iyi bilinen örneğidir.
İlk Priene şehri Büyük Menderes ağzı yakınlarında, bugün tespiti mümkün olmayan bir yerde idi.
Menderes’in taşması ve birikintiler sürüklemesi sonucunda terk edildiği düşünülüyor.
4.yy’ ın ortalarında Mikale dağının güney yamacına, Menderes ovasına kademe kademe inen dört set üzerine yeniden kurulmuştur.
Doğu- batı yönlü 7 düz, kuzey- güney yönlü 15 dik ve merdivenli sokağı vardı.
Şehrin içinde yalnız agoranın kuzeyinden geçen ana cadde (7.36m) arabaların geçmesine elverişliydi.
Agoranın şehrin her tarafı ile bağlantısı vardı. 72 basamaklı bir merdivenle üst setteki Athena Polias tapınağına çıkılıyor, başka bir sokakla şehrin en yukarısındaki tiyatroya gidiliyor, batıdaki bir sokaktan da şehrin en aşağısındaki gymnasion ile stadiona ulaşılıyordu.
Büyük mimari hacimler değişik düzeylere dağılarak ızgara planının yeknesaklığı hafifletilmiş oluyordu.
Plana agoranın üstündeki Athena Tapınağı hakimdi. Tiyatro ve gymnasion gibi büyük kitleler şehrin en üst ve en alt setine yerleştirilmişti. Şehrin iki gymnasionu vardı. Üst yamaçta konut sahası dışında Demeter Tapınağı vardı.
Şehrin etrafı testerevari , zigzagsı bir surla çevrilmişti. Şehrin gerisinde 381m yüksekliğindeki kayalık tepe, kale olarak, sur içine alınmıştı. Surlar şehrin şekline uymadan stratejik noktaları izliyordu.


Yukarı Gymnasion


Bu gymnasion ilk evresinde batı tarafta, büyük ihtimalle insula sınırını gözetiyor, güneyde ise Athena Caddesi’ne kadar uzanıyordu. Hellenistik Dönem’deki girişi, insulanın doğu kenarının hemen hemen ortasında yer alıyordu.
Yapının merkezi kareye yakın sütunlu bir avlu idi. Avluyu çevreleyen galerilere doğuda bir odalar sırası bağlanmıştı. Avlunun güneydoğu köşesinde duran yarım daire şeklindeki eksedra da Hellenistik Dönem’e ait olmalıdır.
İmparatorluk Dönemi’nde gymnasiona giriş Athena Caddesi'nden sağlanıyordu. Bu giriş yapının güneybatı köşesinde, batıdaki oda sırasının hizasında bulunuyordu.


Odalar ve gymnasionun girişi bouleuterionun batısından başlayan ve bir zamanlar agorayla tiyatro arasında bağlantıyı sağlayan, ancak hamam binası tarafından kesintiye uğramış olan sokağın tam üstüne inşa edilmişti.
Bu dönemde gymnasion imparatorluk kültüne ait bir yer işlevini de görüyordu.



Aşağı Gymnasion


Aşağı Gymnasion şehir merkezinden uzakta, şehrin güney kenarında, surun hemen içerisinde bulunur. Gymnasion kuzey ve batı duvarları itibariyle hemen hemen şehrin ızgara plânına adapte edilmiş olmasıyla şehrin yön sistemi ile uyum içerisindedir. Gymnasionun kuzey tarafı da ana kayadan kazanılmıştır.
Doğu duvarındaki kapıdan içeri girildiğinde kare şeklinde bir peristylin kuzeydoğu köşesine ulaşılır. Peristylin galerileri Dor düzeninde inşa edilmiştir. Güney ve doğuda yalnızca galeriler varken, batıda galeriye ayrıca birkaç oda açılır.

Kuzeydeki galerinin, ince, uzun avlusuna ve gymnasionun kuzeydeki ana mekânlarına ulaşmayı sağlayan bir geçiş yeri olması itibariyle özel bir işlevi vardı.
Bu işlev mimari açıdan, her bir sütun ekseninde diğer sütun eksenine kadar dört yerine üç triglyph-metopun olmasıydı.
Bukranionlarla taşınan girland frizine ait blok taşlar, aşağı gymnasionun duvar saçağına aittir.
Bir yazıta göre, iki kare mekan tarafından sınırlanan orta mekan 'epheboslar eksedrası’ olarak anılmaktaydı. Bu da Vitruvius’un bahsettiği ephebeion olmalıdır.
Ephebeion’un anıtsal ön cephesi, küçük Asia-İon tarzı başlıklı ante payeleri arasında, alt kısımları yivsiz, İon düzeninde iki yüksek sütuna sahipti.
Mekanın iç tarafında, kesme taştan mermer düz duvarlar boyunca oturma basamakları uzanıyordu. 3.35 m yüksekliğindeki duvarlar yukarıda bir kornişle bitiyordu. Kornişin üzerinde 3 metreden yüksek olan yarım sütunlu ve eksiksiz saçaklığıyla bir cephe kaplaması bulunuyordu. Bu parçalar konglomera taşlardan yapılmıştı. Bu kaya cinsi buradaki ana kayayla aynıdır.
Korinth başlıklarının ana şemasına benzer çanak formlu başlıklardan anlaşıldığı üzere, mimari elemanların üzeri, bütün detayların ince ince işlendiği bir stuco ile kaplıydı. Buradaki cephe kaplaması evlerin andronlarında taklit edilen stucoların taştan yapılma anıtsal örneğidir.

Ana yapının batı bitiminde çok iyi korunmuş durumda bir
yıkanma mekanı vardı.
Arka duvarında yer alan lavabolara, üzerindeki sima benzeri oluklu bir kısımda yer alan aslan başlarından devamlı su akmaktaydı.
Su, zemin harcının içine diklemesine yerleştirilmiş küçük taşlardan oluşan su geçirmeyen bir taban üzerinden, odanın güneyinde yere gömülmüş iki su teknesine doğru akıyor, oradan da üç akaç yardımıyla mekanın dışına çıkarılıyordu.
Su tekneleri, güney duvarın iç tarafına yerleştirilmiş sıralara oturanların ayaklarını yıkamaları için kullanılmış olabilir.

Işık avlusunun güneyinde, iki dikmeli küçük bir eksedra, batı galerinin koridoruna açılır. Burada da duvarlar boyunca aynen epheboslar eksedrasındaki gibi oturma sıraları vardı. Bu nedenle burası da bir derslik olmalıdır. Hemen güneyinde merdivenli sokağa açılan, batı galeriye entegre edilmiş, oldukça kötü durumda bir propylon yer alır.
Gymnasionun yapımının M. Ö. 2.yy’ın ikinci yarısı boyunca süren uzunca bir zaman aldığı ortadadır.


Kaynakça


RUMSCHEID, Frank, Priene Rehberi: Küçük Asya’nın Pompeisi, 2000.

BEAN, George E., Eskiçağ'da Ege Bölgesi, 1997.

08 Şubat 2007

5 Bin Yıllık Aşk

Ölüm 5 Bin Yıldır Ayıramadı
İtalya'daki kazılarda birbirlerine sarılmış olarak bulunan iskeletler arkeologları şaşırttı.


İtalya'nın kuzeyindeki Valdaro bölgesinde yapılan arkeolojik kazılarda, birbirine sarılmış bir çiftin 5 bin yıllık iskeletleri bulundu. Arkeologların 'Valdaro âşıkları' adını taktıkları iskeletlerin genç yaşta ölen bir adamla, ruhuna eşlik etmesi için öldürülerek onunla gömülen eşine ait olduğu tahmin ediliyor. Adamın belkemiğinde bir ok, kadının yanında da bir ok başı bulundu.
Kazı ekibinin lideri Elena Menotti, daha önceki kazılarda çok sayıda birbirine sarılmış anne - çocuk iskeletine rastladıklarını ancak ilk kez birbirine sarılmış bir çiftin iskeletini bulduklarını söyledi. Menotti, "Bu bulgu beni çok heyecanlandırdı. Tüm İtalya'da çok sayıda kazıya katıldım, ancak hiçbiri beni bu kadar heyecanlandırmamıştı" dedi.

06 Şubat 2007

1600 Yıllık Mezar Odası'na İhanet

İstanbul Silivrikapı'da, surların arasında bulunan Bizans hipojesi(mezar odası) yıkılma tehlikesi yaşıyor. Hipoje 1988 yılında, surların restorasyonu sırasında, 37. Kule'nin güneyinde Prof. Dr. Ümit Serdaroğlu tarafından bulunmuş ve M.S. 4. yüzyıla tarihlenmişti.

1989 yılında büyükşehir belediyesi tarafından restore edilen hipoje, zaman içinde büyük bir tahribata sahne oldu. Hırsızlar, 1993 yılında duvarı üç kez delerek iç mekânı kaplayan mermer kabartmaları dışarı çıkardılar. Sökülme sırasında kırılan kabartmalar daha sonra mali polis tarafından Gaziosmanpaşa'da ele geçirildi ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri'ne teslim edildi. Kabartmalar birleştirildi, kalıpları çıkarılarak kopyaları mezardaki yerlerine yerleştirildi. Yine mezardaki freskolar(duvar resimleri) restore edilerek koruma altına alındı.
Yetkililerin Silivrikapı Hipojesi'ne ilgisizliği 1999 yılında haber konusu olmuştu. Bugün hayatta olmayan Prof. Dr. Ümit Serdaroğlu o dönemde yaptığı açıklamada 'Bu mezar 4. yüzyıldan günümüze kalabilmiş, yapı tipi itibarıyla ender eserlerden biri. Biz kapısını açtığımızda yüzyıllardır içeriye kimse girmemişti. İskeletler, lahitler, kabartmalar, her şey yerli yerindeydi' demiş ve mezarın korunmasının sorumluluğunun Büyükşehir Belediyesine ait olduğunu söylemiş.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdür Yardımcısı Zeynep Kızıltan, Silivkapı Hipojesi'ni koruma sorumluluğunun kanun gereği Büyükşehir Belediyesinde olduğunu ancak kendilerine başvurulduğu takdirde uzman desteği verebileceklerini söylüyor. İÜ Öğretim Üyesi ve Bizans Sanatı uzmanı Doç. Dr. Engin Akyürek, korumanın eseri günyüzüne çıkarmaktan bile önemli olduğunu söylüyor: 'Çünkü gelecek kuşaklar onu anlayıp, sizden daha iyi koruyabilir' diyor.

Haber, http://www.kesfetmekicinbak.com/ 'dan alınmıştır.
---

İstanbul'un göbeğinde bir tarih daha yok oluyor yavaş yavaş.. Bu ilk değil ama her defasında son olsun duasını etmekten sıkıldım artık.. Bir eseri ortaya çıkarmak beraberinde bir sürü sorumluluk getirir. Başta o eseri korumak, anlamak, anlatmak gerekir ki araştırma yapmanın bir anlamı olsun.. Biz tarihi bakımdan bu kadar zengin bir ülkeyken, neden daha fazla önem vermiyoruz sahip olduğumuz kültürel mirasa? Peki biz bu kültürel birikimi neden yeterince tanıtamıyoruz kendi insanımıza bile?
Üç beş başı boş, 1600 yıldan bu yana gelebilmiş tarihi bir mirasın içinde ateş yakarken, bilmeliyiz ki, ateş değildir yanan, kültürümüzdür, zenginliğimizdir..

01 Şubat 2007

Dülük


Gaziantep’in 10 kilometre kuzeyindeki Dülük köyünde bulunan Dülük Antik Kenti’nde, 600 bin yıl öncesine ait kalıntılar bulunuyor.
Dülük’te yaşayanların çakmaktaşı işlemeciliği yaptıklarına ilişkin bilgi ve bulgulara dayanılarak, bu yörenin Anadolu’da sanayiye ve teknolojiye beşiklik ettiği ifade ediliyor. Gaziantep Arkeoloji Müzesi Müdür Vekili Fatma Bulgan, 600 bin yıl öncesine tarihlenen kalıntılar elde edilen Dülük Antik Kenti’nin, kazı, çevre düzenleme ve tanıtım çalışmaları sonrasında Gaziantep ve bölgede turizmin gelişmesine önemli katkı yapacağını söyledi. Paleolitik çağdan bu yana insan yerleşimine uğrayan ve değişik dinlerin merkezi olan Dülük Antik Kenti’ne, Gaziantep’e gelen yerli ya da yabancı turistlerin hak ettiği ilgiyi göstermediğini kaydeden Bulgan, geçmişten bu yana bilimsel kazılar yapılan ve önemli kalıntılar ortaya çıkarılan Dülük Antik Kenti’ni de her yıl daha fazla yerli ve yabancı turist ağırladığımız mekanlarımız arasına katmaya çalışmalıyız” dedi.

Dülük Antik Kenti, paleolitik dönemden günümüze kadar iskan görmüş önemli merkezler arasında. Arkeolog Prof. Dr. Enver Bostancı’nın yaptığı araştırma sonuçlarına göre, Türkiye’de Paleolitik devre ait buluntular (fosil ve ok uçları) ilk kez burada ele geçti. Yörede bulunan ve bugünkü adı Şarklı Mağara olan mağaranın duvarlarında ilk kez sayı sistemi kullanıldı.



Dülük, M.Ö 1525 yılında Hitit Kralı 1. Hattuşili tarafından işgal edilerek, askeri üs olarak kullanıldı. Mustafa Güzelhan, ‘Ayıntap Tarihinden Notlar’ konulu araştırmasında, Dülük’ün, Hitit İmparatorluğu’nun parçalanması sonrasında kurulan Geç Hitit Krallıkları’ndan biri olan ve Asurlular’ın ortadan kaldırdığı Gummuhi Krallığı’na bir süre başkentlik yaptığını belirtiyor.Dülük’e sonraki yıllarda sırasıyla Asurlular, Persler, Büyük İskender, Selevkoslar, Romalılar, Ermeniler, Haçlılar ve Müslüman Türkler hakim oldu.Dülük, bugünkü Gaziantep’in kurulmasıyla beraber önemini kaybetti.
Dülük Antik Kenti’nde, 500-600 bin yıl öncesine tarihlenen kalıntılar bulundu.Dülük’te yaşayanların çakmaktaşı işlemeciliği yaptıklarına ilişkin bilgi ve bulgulara dayanılarak, bu yörenin Anadolu’da sanayiye ve teknolojiye beşiklik ettiği ifade ediliyor. Antik Kent’ten günümüze ‘Şarklı Mağara’ ya da ‘Keber Mağarası’ gibi adlarla anılan ve kutsal tapınak olduğu düşünülen mağara ile taş ocağı, sarayın temel izleri ve çok sayıda kaya mezar ulaştı.

DELİCHONES KÜLTÜ’NÜN KÂBESİ
Bazı yabancı araştırmacılar, Kommagene bölgesinde filizlenen ve Antik Dönem’de büyük bir inanç olarak ortaya çıkan Jüpiter Delichones Kültü’nün bu bölgeden Anadolu’ya ve zamanla tüm dünyaya yayıldığını, Delichone Kültü’nün Kâbe’sinin bugünkü Dülük olduğunu ifade ediyor. Dülük’teki Zeus (Jüpiter) Dolichenus Tapınağı Roma Dönemi’ne ait en eski inanç merkezi.Zaman içerisinde, Hititlerin, Teşup Delichones (baştanrı Teşup’un kutsal şehri), Grekler’in Teşup’u Zeus’la özdeşleştirerek Zeus Delichones (Zeus’un kutsal şehri) olarak tanımladıkları Dülük’ün, Hitit inançlarının isim değiştirerek tüm dünyaya yayılmasına kaynaklık ettiği savunuluyor.
Dülük; Teşup, Zeus ve Jüpiter Dolichenus inançlarının kült merkezidir. Burada Hitit imparatorluk döneminde (M.Ö. 2.bin) gök ve fırtına tanrısı Teşup’un tapınağı mevcuttu. Teşup sol elinde şimşek demetiyle, sağ elinde çift ağızlı baltayla boğa üstünde durur halde taş üzerine kabartmaları işlenmiş, bronz heykelcikleri yapılmıştır. Hellenistik ve Roma döneminde Teşup’un işlevi aynı, fakat sadece adı Zeus ve Jüpiter olarak değişmiştir. Roma’lı askerler tarafından Jüpiter Dolichenos kültü sevilip büyük saygı görmüştür. Kendilerine güç versin diye, Jüpiter Dolichenus’un küçük heykelciklerini kolye olarak boyunlarına takan askerler, bu dini Roma’ya kadar yaymışlardır. Dülük’de Mitra inancı da mevcuttu. Dünya’da bilinen yer altına inşa edilen Mitras tapınaklarının (Mithraeum) en büyüğü, Dülük’te Keber tepesinin güney eteğinde bulunmuştur. İki salonludur. Yeraltı Tapınağının mihrabı konumundaki merkezi nişte Tauroktoni adı verilen boğa öldürme sahnesi kabartma halinde işlenmiştir.

Kaynakça

30 Ocak 2007

Resmin Taşa Kazındığı İlk Yer: Göbeklitepe

Şanlıurfa Göbeklitepe’deki kazılarda 11.500 yıllık, şimdiye dek bilinen en eski taşa kazınmış resimler bulundu.


Adem ve Havva’nın cennetten atıldıktan sonra görüştükleri ilk yer olduğu ileri sürülen Göbeklitepe’de insanlığın taşa kazınan ilk resimlerinin bulunduğu açıklandı.

Şanlıurfa Kültür ve Turizm Müdürü Selami Yıldız, Göbeklitepe’nin manyetik taramalarında 16 tapınak tespit edildiğini belirterek, yapılan kazılarda bunlardan 6’sının ortaya çıkarıldıgını söyledi. Ayrıca Yıldız, “Dünyada plastik sanatların ilk defa taşa kazındığı tarihin 11.500 yıl önce olduğu tespit edilmiş. İnsanlar resim sanatını önce taşlara kazıyarak yapmışlar. Taşlardan sonra tuallere aktarmışlardır. Dolayısıyla resim sanatının başlangıcı Şanlıurfa Göbeklitepe’dir diyebiliriz. İnsanlar 5 metrelik stellere domuz, tilki, yılan ve ördek gibi hayvan figürleri çizmişler. Ayrıca bulunan Balıklıgöl heykelinin de aynı döneme ait olması, bu bölgede yaşayan insanların Göbeklitepe’ye gidip ibadetlerini yaptıklarını gösteriyor” diye konuştu.
http://www.ntv.com.tr 'den alınmıştır.

29 Ocak 2007

Kyzikos Kazılarına 100 bin YTL

Antik kentlerin en büyük sorunu ödenektir. Antik kentler için ödenek olmazsa kazı da olmaz. Bir çok antik kent günyüzüne çıkabilmek için sponsor arıyor. Arkeolojinin duayeni Prof. Dr. Ekrem Akurgal, Türkiye'nin zenginliğine karşı Kültür Bakanlığı'nın fakirliliğine dikkat çekmişti bir söyleşisinde. Bu da özel sektör desteğini zorunlu hale getirdi. Fakat özel sektör, kazıların yıllarca hatta yüzyıllarca sürmesinden dolayı arkeolojik sponsorluğa sıcak bakmıyor. Bunun nedeni uzuzn vadeli bir işin sürekli para götüreceği düşüncesi. Oysa o sponsorluğa muhtaç o kadar çok kültür var ki hala gün yüzüne çıkmayı bekleyen..
Yıllarca kazılarına ara verilen Kyzikos antik kenti, Bakanlık'tan izni alınca ve yeterli ödeneği bulunca harekete geçti. Tüm gizliliğini açığa çıkaracak artık.. Yollarında kimler yürümüş, hangi yapılara ev sahipliği yapmış, hangi madeni kullanmış, ne tür yemekler yemiş, evleri, tapınakları nasılmış, mezarlarında kimler yatıyor, nelere sevinmiş, neyin yasını tutmuş hepsini sırasıyla ortaya dökecek.. Bize de oradan gelen her habere kulak kesilmek kalacak.. Çünkü, Kyzikos her antik kent gibi çok değerli ve buradan gelecek her haber yeni başlangıçların sinyali olabilir. Erdek'in Belediye Başkanı Hüseyin Sarı'nın da dediği gibi "İçinde üç ayrı limanı bulunan Kyzikos gibi büyük bir kentin değeri ise tartışılmaz. Kaldı ki Efes harabelerindeki mimari yapıtlar da Kyzikos kentinde yaşamış heykeltıraşlar tarafından yapılmıştır."


---Erdek Belediye Başkanı Hüseyin Sarı, M.Ö. 7. yüzyılda Miletoslular tarafından kurulan, Balıkesir’in Erdek ilçesindeki Kyzikos antik kentindeki kazıların ikincisinin yaz aylarında başlatılacağını, bölgedeki arkeolojik kazılarda kullanılmak üzere 100 bin YTL ödenek çıkarıldığını kaydetti.
Başkan Hüseyin Sarı, ilçe turizmi açısından kazılara büyük önem verdiklerini ifade ederek, “Dünyanın 8. harikası olarak bilinen Hadrianus Tapınağı’nın da bulunduğu Kyzikos’un gün ışığına çıkarılması amacıyla elimizden geleni yapıyoruz. Geçtiğimiz yaz , Erzurum Atatürk Üniversitesi kazı ekibi tarafından yeniden başlatılan Kyzikos kazılarına büyük önem veriyoruz. Kyzikos’un gün ışığına çıkmasının ardından, Erdek turizminin arkeolojik ayağının da tamamlanıp ilçenin turizm potansiyelinin artacağına inanıyorum” dedi.---(haber, http://www.ntv.com.tr den alınmıştır.)

Denizli'de Tarihi Bir Aile Mezarı Bulundu

Denizli merkeze bağlı Kocadere Köyü, Kösedüzü mevkiinde, tarlasındaki yükseklikleri aldırmak isteyen Musa Karatepe adlı şahıs iş makinesinin ucuna takılan taşı yerinden kaldırdı. Yere doğru merdiven şeklinde birşeyin uzandığını gördü ve durumdan şüphelenerek jandarmayı aradı. Olay yerine gelen jandarma ekipleri yaptıkları incelemede tarihi mezarla karşılaştı. Jandarma ekipleri, durumu Müze Müdürlüğü'ne ileterek olay yerine görevli gelmesini istedi. Olay yerine gelen Müze Müdürlüğü görevlisi Arkeolog Haşim Yıldız, yaptığı incelemenin ardından, içeride bir aile mezarlığı olduğunu açıkladı. Haşim Yıldız, eski Roma dönemine ait olduğunu tahmin ettikleri mezarın 5. yüzyıldan kaldığını ifade etti. Tarihi mezarın bulunduğu yerde hac, yarım heykel ve çocuk kemiklerinin de bulunduğu öğrenildi. Mezarın girildiği yer taşla kapatılırken, tarihi mezarın çıktığı alan, jandarma tarafından korumaya alındı. Bölgede bu hafta içinde kazı çalışması başlatılacağı öğrenildi.

www.haber7.com dan alınmıştır.

25 Ocak 2007

Midas'ın Eşek Kulakları..

Günlerden bir gün, Marsyas adında bir satyr, Athena’nın icat ettiği ve çalarken yüzünü çirkinleştirdiğinden dolayı attığı flütü bulur ve çalmaya başlar.. Flütten çıkan güzel sesler, bir tanrıçanın elinden çıkmış olmasına bağlanmalıdır. Oysa Marsyas bununla övünür ve lyra ustası Apollon’a rakip beller kendini. Bunu duyan Apollon, “kazananın yenilene istediğini yapabilmesi” şartıyla bir müsabakaya katılmayı kabul eder.
Mousa’lar* ve Phrygia kralı Midas’ın hakem olarak; Tmolos(Bozdağ)’ın ise, yargıç olarak bulundukları müsabakada yarışma sonuç vermez. Bunun üzerine Apollon enstrümanları ters tutup çalmayı teklif etmiş. Marsyas kabul edince, Apollon lyrayı ters çevirip bir güzel çalmış. Ama Marsyas.. Flütü tersten çalamayınca yenik düşmüş. Apollon, kendisini rakip gören Marsyas’ı bir ağaca bağlayıp, derisini yüzdürerek cezalandırmış. O sırada yarışmada bulunan Mousa’lar o kadar çok ağlamışlar ki bu sahne karşısında, gözyaşlarından Marsyas(Çine) çayı doğmuş.
Midas, Marsyas’ın flütünü tersten çalamamasının karşısında yine de flütün daha üstün olduğunu söyleyince, Apollon iyi işitmesi için onun kulaklarını eşek kulaklarına çevirdi. Bu durumdan oldukça utanan Midas kulaklarını hep sakladı, ta ki saçlarını kesen bir berber görünceye kadar.. Kral, berberi ölümle tehdit ederek bu sırrı saklamasını söyledi. Berber bu sırrı uzun süre saklayamadı. Korkusundan kimseye söyleyemedi ama toprağa fısıldadı: “Kral Midas eşek kulaklıdır.” Bunu söyleyince rahatlamasına rahatladı da, fısıldadığı yerdeki kamışlar rüzgâr her estiğinde, “Kral Midas eşek kulaklıdır” diye her tarafa dağıttılar bu sırrı..


*: İlham perileri.

Kaynakça

CAN, Şefik, Klasik Yunan Mitolojisi.

ERHAT, Azra, Mitoloji Sözlüğü, 2001.

21 Ocak 2007

Tarihi Dayanak

İngiltere’de bir arkeoloji müzesi çalışanları, paha biçilmez bir heykeli yıllarca “bisikletlerini dayamak” amacıyla kullanmışlar.!!
İngiltere’nin Southampton kentinde bir arkeoloji müzesinin akılmaz cehalet örneği ortaya çıktı. Arkeologlar, Mısır Kralı Taharga’nın heykelinin, yüz yıllık gecikmeyle hemen burunlarının dibinde olduğunu fark etti. 2700 yıllık paha biçilmez eser, Tanrı’nın Evi Kulesi adlı arkeolojik müzenin bodrumunda, yıllardır çalışanların bisikletlerinin "dayanağı" olarak kullanılıyordu.
Yaklaşık bir metre boyundaki heykel, müzeyi ziyarete gelen iki eski Mısır uzmanı tarafından şans eseri keşfedildi. İki uzmanın haberdar ettiği British Museum’dan Mısır eserleri yetkilisi Vivian Davies, Londra’dan gelir gelmez bunun "İnanılmaz heyecan verici önemli bir parça olduğunu, heykelin M.Ö. 7. yüzyıla dayandığını" tespit etti. 3 bin yıl önce hüküm süren ve birçok tapınak yaptırmasıyla tanınan Kral Taharga’nın heykeli, bugünkü Sudan’da günyüzüne çıkartılmış olmalı. 25’inci hanedan krallarından Taharga, Asur Kralı’yla Mısır için savaşmış, İncil’de dahi adı geçen önemli bir şahsiyet.
Bu derece değerli ve ender bulunan eserin Southampton’a nasıl geldiğiyse meçhul. Müzenin kuratörü Karen Wardley, The Times gazetesine yaptığı açıklamada, "Kimsenin değeri hakkında fikri yoktu. Çok heyecanlandık. Müze çalışanları tarafından bisikletlerine dayanak olarak kullanılıyordu" dedi. Yıllarca hakettiği ilgiyi bulamayan eser şimdi, “gerekli güvenlik önlemleri” alındıktan sonra, müzenin sanat galerisinde sergilenecek.
---------------------------------------------------------------------------------------------
Bu haberi ilk okuduğumda çok şaşırdım. Bisiklet dayanağı olarak kullananlar müze görevlileri, yani öylesine sıradan insanlar değil. Kim bu müze görevlileri? Belli bir eğitimden geçmiş kişiler değil mi? Arkeolog, Sanat tarihçisi değil mi? Bize en başından öğretilen, bir arkeoloğun her zaman araştırmacı olma özelliğini korumasıydı.
Aslında buradaki olay bence bir tembellik, zihin tembelliği.. 'Çıkarılanları sergilerim, yeni bir şey beni heyecanlandırmaz, bunun için de uğraşamam' zihninin tembelliği.. Ya da 'nasılsa bulunacak olanlar bulunmuş, buralarda asla eser yoktur' diyen ön yargılı bir zihnin tembelliği..
Dediğim gibi bize ilk öğretilen araştırmak, aramaya inanmak, asla araştırmaktan vazgeçmemek.. Her gün yeni kültürlerin ortaya çıkarıldığı arkeolojik kazılarda, bulunan bir eserin tarihi değiştirecek olması heyecanını taşıyarak aramak..

19 Ocak 2007

Mysteryler Villası

Pompei’nin en iyi bilinen şehir dışı villasıdır. Aşağı-yukarı merkezi peristyl saha ve etrafını kuşatan terastan oluşur. En az üç yönde teraslı portikolar bulunmaktaydı. Hemen hemen Pompei’deki diğer villalara benzer. Bu diğer villalardan daha güzel duvar resimlerine sahip villa, kazılar boyunca çok iyi korunarak ortaya çıkarılmış. Villa, M.Ö. 60–50 tarihleri arasına tarihlenir. Duvarlar tamamen büyük frizlerle kaplı. Frizlerde görülen büyük figürler ve mimari yapılarla II. stil özellikleri yansıtıyor. Villanın bazı mekânlarındaki duvarlarda görülen basit panellere ayırma I. Stil özelliğidir. Figür, inşa ve resimlerde, M.Ö. 4.yy, Hellenistik, Roma ve Mısır’lı tarz ve motifler etkilidir.

A) Triclinium – Yemek Odası

Triclinium, 15x25 ayak ölçülerinde, villanın girişinde sağ tarafa yerleştirilmiştir.
Odanın girişi duvar fresklerindeki ilk figür ile son figür arasındadır. Bu odadaki fresk, gizemli bir kültün, olasılıkla Dionysos kültünün ayinlerine kabulle ilişkili olmalıdır ki villanın ismi de buradan geliyor olabilir. Odanın duvarı gerçekçi figürlerle dikkatlice çevrilmiş ve figürler duvardan duvara birbirleriyle konuşur vaziyette gösterilmiştir. Buradaki freskte mitolojik figürlerle gerçek hayattan alınmış figürler bir arada betimlenmiş. Duvarlardaki freskler alev kırmızısı bir arka planla yapılmış ve dikdörtgen panellere ayrılmış ama bu paneller konu bütünlüğünü bozmadan sadece arka planda görülüyorlar. Belki de panellerle mekan farklılığı yansıtmak istenmiş olabilir. Ayrıca, burada panellerde figürlü resimler yapılarak küçük mekanlar büyültmek istenmiş. Panellerin üzerine meander kuşağı yerleştirilmiş, onun da üzerinde mermer taklidi panolar konmuş. Kırmızı fon, Klasik ve Hellenistik etkiye paralel olarak yapılmış. Panelleri birbirinden ayıran dikdörtgen boşlukların çerçevesi yumurta dizisi ile çevrilmiş. Bu freskte mekanlarla ilgili bir bölünme yok ve bir düzlem üzerinde verilen figürlerin bastığı zeminin derinliği de verilmiş.Freskin konusu, bir gelinin mistik Dionysos ayinine kabulü ve soyut dünyaya sızmak gibi tamamen düşsel görünüyor. Ayrıca bu büyüleyici konu çok karanlık ve gizemlidir. Ancak freskin konusuyla ilgili başka görüşler de vardır. Burada Dionysos ve Ariadne’nin düğünü ya da Orfeizm* ayininin betimlendiğini düşünenler de var.
Figürler durağan ve düşünceli görünüyor. Sanatçı veya sanatçılar figürlerin hallerini çok iyi göstermiş. Kompozisyonlar mükemmel bir denge içinde gösterilmiş. Parlak renklerle kontrastlık oluşturulmuş. Bayan figürlerde görülen üst kısımlarının kısa, alt kısımlarının uzun ve geniş olarak yapılması bizi Geç Hellenistik Dönem’e götürür.
İlk sahnede pudicitia** tipinde, oturan Domina betimlenmiştir. Domina, evin yöneticisi, rahibesi ve annesidir. Kuşkusuz Domina, Campania Bölgesi için olağan dışı bir karakter değildi. Domina’nın duruşu bir şey düşünüyor veya bir şey izliyor gibi. Ki böyle olursa ayinlere kabulün sonunda olması gerekir ki bu yüzden de olayın sonunu izler veya olayı düşünür şekilde betimlenmiş olmalıdır.
İkinci grupta, törenin başlamasına ilişkin bir hareket veya ayinin başlamasına hazırlık
betimlenmiş olmalıdır. Kadınların trans halindeki yüz ifadeleri bir ayine katıldıkları izlenimini veriyor. Hafifçe örtünmüş olan sağ baştaki kadın, hamile ve törenle ilgili sunulan keki tepside taşıyor. Bu kadının ayaklarıyla hareket başlar. Bu bayan mersin ağacından yapılmış bir çelenk takmış ve sağ elinde defne dalı tutuyor. Sahnedeki çıplak genç ise, tanrısallığı betimliyor olmalı. Çocuk elindeki ruloyu okuyor. Yanındaki kadın ise, boş gözlerle ileri doğru bakıyor ve yüzündeki ifadeden çocuğun okuduğu metni dinlediği anlaşılıyor.
Üçüncü grupta arkası dönük, başı örtülü ve mersin ağacından çelenk takmış rahibe, elindeki oinochoeden(sürahi) leğene su boşaltan bayan ve çelenksiz hizmetçi bayanla törenle ilgili olması muhtemel bir örtüyü temizliyor. Bu belki de gelinin tören elbisesi olabilir.
Dördüncü grupta mitolojik karakterler ve müzik öyküsel bir dille veriliyor.
Burada kırsal bir yaşam betimlenmiş. Silenos, sütuna dayanmış ve on telli bir lyra çalıyor. Sütuna yaslanmış Silenos, tamamen M.Ö. 4. yy özelliği göstermektedir. Genç bir satyrin pan flüdü eşliğinde de bir figür yavru bir keçiyi emziriyor. Yanlarındaki bayan figür sanki bir yere dönerken gözü bir şeye ilişmiş de ürkerek oraya bakıyor gibi betimlenmiş. Himationu, aniden dönüş dolayısıyla havalanmış, elbisesinin etek kısmında da yürüyüşten dolayı iki bacak arasında toplanma ve bacaklar üzerinde kıvrımsız kalma olayını görüyoruz. Bu figür, ağzının aralık olmasıyla Skopas özelliği yansıtsa da daha çok Hellenistik etki içinde betimlenmiş.
Beşinci gruptaki Silenos’un yüzünde korkmuş bir ifade var. Elinde boş bir gümüş kase tutuyor. Genç bir satyr, gözünü ayırmadan, büyülenmişcesine kâsenin içine bakıyor. Diğer genç satyr ise, silenosa benzeyen tiyatral bir maskı sol eliyle gergin olarak sağa doğru tutuyor.
Altıncı grup oda ve törenin tam ortasında yer alıyor. Merkezdeki figürler Dionysos ve onun eşi Ariadne olmalıdır. Bazı yorumlara göre de bu figür Dionysos’un annesi Semele’dir. Dionysos kucağındaki thyrsosla tanınabilir. Yunanlılar için olduğu kadar Romalılar için de Dionysos çok önemli bir tanrıydı. Dionysos onların ruhsal ve bedensel umut kaynağıydı. Dionysos, Ariadne’nin göğsüne yaslanmış, yayılarak oturuyor ve aşkına gözünü dikmiş olayı açıklıyor.
Yedinci grupta, kadın bir nesnenin –olasılıkla bir phallus- örtüsünü açıyor. Ayakta duran, kanatlı ve çizme giymiş kadın ise, elindeki çubuğu kaldırmış ve arkadaki çömelmiş kadına nişan almış gibi görünüyor.
Sekinci sahne, Dionysiak ayinin sonrasını anlatır. Ayine uğrayan kadın, hemen başka bir kadın tarafından rahatlatılır. Seyirciye arkası dönük olan kadın, başının yukarısına kaldırdığı ellerindeki zilleri çınlatarak ayinin tamamlanmasını kutluyor. Dansetmesinden dolayı pelerini uçuşmuş. Vücudunun üst kısmı kısa, alt kısmı ise kalın ve uzun yapılmış ki bu Geç Helenistik Dönem özelliğidir, fakat duruş bakımından Skopas ‘ın dans eden Menad’ına benzemektedir. Ayak tabanı, topuk kısmı, diz arkası baldırları çok iyi verilmiş. 4. figür de ayini tamamlayan figürü thyrsos vererek kutluyor.
Dokuzuncu sahnede evlilik için gelinin hazırlanması betimlenmiş. Oturan gelinin elbisesi göğüs altında döndürülmüştür ki, bu da M.Ö. 4. yy özelliklerinden biridir. Gelinin arkasındaki ayakta duran hizmetçi, onun saçını düzeltmesine yardım eder. Sahnedeki Eros ise, elindeki aynayla gelinin görüntüsünü yansıtıyor.
Son sahnede ise bir Eros figürü görülüyor. Eros, eli çenesinde, M.Ö. 4.yy özelliği olarak bir desteğe
yaslanmış olayı izliyor.
B) Tablinium – Aile Odası

Tablinium, ev sahibinin oturmasına mahsus bir aile odası. Mysteryler Villasındaki tabliniumun duvar freskleri siyah arka plan üzerine yapılmışlar. Duvarlarda Triclinium’daki gibi panellere ayırma var. Bu büyük paneller içerisine yıldıza benzer motifler yapmışlar. Bu panellerin altında oluşturulan yatay olarak ince yapılmış panellerde bariz bir Mısır etkisi görülüyor. Figürlerin küçülmüş olmasından dolayı III. Stil özellikleri gösterir ve Mısır sanatının minyatürcü motiflerini andırır. Figürlerin duruşları (baş ve bacaklar profilden, gövde cepheden), giyimleri Mısır etkisini açıkça gözler önüne seriyor. Hatta bir figür, elindeki bastonu ve kuş gibi kafasıyla Mısır Tanrılarından biri olan Thoth gibi betimlenmiş. Figür, sağ elinde ölümsüzlüğün simgesini tutuyor. Diğer bir figür de yine Mısır’lı tanrıça İsis gibi betimlenmiş ve bu da diğeri gibi ölümsüzlüğün simgesini taşıyor. Bu panelde Mısır’lı tanrılar çokça betimlenmiş. Bu ince paneldeki kuş betimleri renkli
çizgilerle oluşturulmuş çerçevelerle sınırlandırılmış.


C) Triclinium ile Tablinium Arasındaki Mekan

Bu mekanda mozaiklerle süslenmiş bir taban döşemesi görülüyor. Bu döşemede çerçeve içinde dama motiflerini andırır bir süsleme hakim. Duvar fresklerine bakınca yine panellere ayırma var ve tricliniumdaki gibi arka plan kan kırmızısı olarak yapılmış. Kontrast renklerle derinlik ve perspektif sağlanmış. Panellerin içine birer figür yerleştirilmiş. Bu figürler, elinde rulosu bulunan ve başına çelenk takmış bir rahibe, danseden bir satyr. Danseden satyrdeki hareketten dolayı oluşmuş kas çizgileri belirtilmiş.


D) Girlandlı Kolonad

Planda tricliniumun üst kısmında görülen mekan. Odaya ilk bakışta çok renklilik göze çarpıyor. Mimari bir yapı betimlenmiş olan duvar resminde, siyah arka plan üzerine yapılan girland bezemesiyle hareket getirilmiş. Panellere ayırma burada da görülüyor. Her bir sütun, aralarında bir panel boş bırakılmak suretiyle, panellerin ortalarına yerleştirilmişler. Sütunların başlıkları İon tipinde, kaideleri de Atik-İon. Paneller, tricliniumdaki gibi kademeli çerçevelerle belirtilmiş. Duvarlarda kırmızı, yeşil, sarı ve tonları kullanılmış.

E) Diğer Duvar Resimleri

Villada genel olarak mimari yapı çizimleri hakim. Villa içinden bir mekana ait freskte korinth düzeninde bir yapı görülüyor ki bu muhteşem bir üç boyutluluk sergiliyor. Burada üç boyutluluk yapı içinde yapı yapılarak verilmiş. Sütunların üzerinde figürlü korinth başlığı, onun üzerinde arşitrav, onun da üzerinde friz yer alıyor. Friz boş bırakılmış ama bir yerde cepheden yapılmış medusa başı görülüyor. Bu yapının arka kısmında silindirik ve sütunlarla çevrili bir yapı göze çarpıyor.

-Mysteryler Villası, II. Stile dahil olmasına rağmen I. ve III. Stil özelliklerini kuvvetli olarak yansıtır. Duvar resimlerinde sade panellere ayırma ile I. stilin mirasını yaşatırken figürlü betimlemelerden dolayı II. Stile verilir. Bazı odalarda figürlerin küçülmesi ile III. Stile geçişin izleri görülür. Mükemmel bir üç boyutluluk izlenen villanın duvar resimlerinde yer yer mimari ögeler, yer yer figüratif bezemeler görülür.


*Orphik (ya da Orfeizm, yani Orpheus Tarikatı): Bir din hareketi olan Orphik; şarkıcı, kahin, büyücü Orpheus'a bağlanır: Orpheus, Orphik dinin kurucusu sayılır. Trakya'da doğan bu hareket, oradan VI. yüzyılda Yunanistan'a ve aşağı İtalya'ya geçti. Orphik dionysik-mistik bir kurtuluş dinidir. Homeros’taki tanrıların dindiremedikleri bir ruh ihtiyacını karşılar, giderir. Orphikçilerin öğretileri, filozof Pythagoras (M.Ö. VI. yüzyıl)'ın felsefesine derin bir etki yapmıştır.

**Pudicitia, bir kolu karında, diğerinin dirseği ona dayalı, eli çenenin yanında başa kadar çekilen mantonun kenarından tutan kadın tiplerine verilen genel bir kavramdır.
Kaynakça


BOETHIUS, A., Ward, J.B., Perkins, 1970, Etruscan And Roman Architecture, Penguin Books.

HEWSON, David, The Villa of Mysteries, 2005.

JACKSON, James, W., “Villa of the Mysteries, Pompeii”,
http://www.art-and-archaeology.com/timelines/rome/empire/vm/villaofthemysteries.html, 11 Mart 2006.

“Villa of the Mysteries, Pompeii”,
http://www.roguery.com/cities/naples/visiting/city/villa/villa.html, 11 Mart 2006.

18 Ocak 2007

Hayalet Kent Pompei

Pompei şehri Vezüv yanardağının eteğinde, Napoli körfezi yakınlarında, kurulmuştu. Şehir, lavlar altında kalmasından 159 yıl önce Romalılar’a geçmişti. Şehrin ortasındaki Forum’da her hafta ayrı bir eğlence düzenleniyor; düzenlenen eğlenceler kimi zaman bir kölenin başka bir köleyle veya bir aslanla ölümüne dövüşmesi şeklinde oluyordu.
Pompei’nin başlıca geliri ise şarap ve yağ ticareti idi. M.Ö. 89 yılında Romalılar tarafından işgal edilerek koloni haline getirildi. M.Ö. 1. yy.’da Romalılar şehri eşi benzeri görülmemiş bir eğlence merkezi haline getirdiler. Yapılan kazılardan anlaşıldığına göre zenginliğin akıl-almaz boyutlara yükseldiği Pompei, günden güne gayrı ahlaki bir duruma giriyor, şehrin her köşesinde fuhuş evleri boy gösteriyordu. Forum, tapınaklar, tiyatrolar, bazilikalar, caddeler, atölyeler, kenar mahalleler, bu mahallelerin dükkanları ve küçük karanlık hamamları, meyhaneler, çamaşırhaneler, mısır öğütmek için kullanılan değirmenler, fırınlar,evlerin ve hamamların ısıtma sistemleri, kumarhaneler, batakhaneler, hanlar, şehri gezenler tarafından bugün bile fark edilebiliyor.
24 Ağustos 79’ da Vezüv yanardağının patlamasıyla etrafındaki Herculaneum ve Pompeii kentleri dünya yüzeyinden silindiler. İki gün süren korkunç patlamalar sonunda şehir, kalınlığı 6 metreyi bulan lavların altında kaldı. Hatta insanlar zaman geçtikçe bu kasabaların isimlerini bile unuttular. Taşlaşmış insan vücutları, duvar resimleri, mozaikler, mobilyalar ve mutfak eşyaları şu anda Napoli Müzesi’nde sergilenmektedir.

Pompeililer taş olarak çıkarıldıkları vakit ölüm anında ne yapıyorlarsa o halde bulundular. Kimi başını ellerinin arasına alarak çaresiz bir şekilde lavların karşısına oturmuş, kimi şehrin fuhuş yuvalarında, kimi de çocuklarıyla çarşıda alışveriş yaparken lavların altında kalmışlardı.
18. yy ortasında, bilim adamlarının Napoli’ye seyahati sırasında elde ettikleri bulguları birleştirmesiyle bu kentler ortaya çıktı. Böylece, bu iki kent Klasik dünyaya aniden damgasını vurdu. Ayrıca Herculaneum ve Pompeii keşifleri, felsefe, sanat, mimari ve edebiyat alanlarında önemli rol oynadı.
Pompei, Dünya üzerinde Roma'lıların yerleşimi hakkında en kapsamlı bilgiyi veren arkeolojik alandır. Küller altında taşlaşan Pompei, Antik Roma dünyasına ilişkin çok önemli ipuçları içermesiyle büyük önem taşıyan bir kenttir.

16 Ocak 2007

Efes / Genelev / Reklam

İlk çağın en ünlü kentlerinden biri olan Efes, Küçük Menderes nehrinin deltası üzerinde kurulmuştur. O dönemdeki korunaklı limanı, İran’daki Susa’dan başlayan Kral Yolu’nun denize ulaştığı nokta olması kentin önemini arttırmıştır. Antik dünyanın en önemli merkezlerinden biri olan Efes, M.Ö. 4. bine dek giden tarihi boyunca uygarlık, bilim, kültür ve sanat alanlarında her zaman önemli rol oynamıştır.


Kentin genelevi mermer yolun sonunda soldadır. M.S. 4. yy'dan beri ayaktadır. Günümüz genelevlerinden çok daha sağlıklı şartlara sahip olduğu bilinir. Öyle ki, geneleve giren erkeklerden salona geçmeden önce antrede ellerini ve ayaklarını yıkamaları istenirdi. Venüs(Aphrodite)'e adanmış genelev temizlik için gereken her türlü imkana sahipti ve mermerden yapılmış salonda bir Venüs heykeli bulunmaktaydı.


Bu genelev, tarihte reklamı yapılan ilk müessesedir. Kentin büyük tiyatrosuna giden mermer yolun ortasına yakın bir yere kazılmış ayak izi ve yanındaki bayan figürü geneleve giden yolu göstermektedir. Bu ayak izinin öyküsü çok enteresan: iz, şehrin en iyi ve en çok aranan fahişesinin sol ayağının iziymiş. Bu hanım kente yeni gelenlerin kendisini kolayca bulabilmeleri için izi bir çeşit yön tabelası niyetine koymuş oraya; çünkü parmakların ucu 100 m. ilerdeki genelevi gösterir konumda. izin yanında bir kavşak işareti, bir bayan, bir taç ve bir kalp de var. Arkeologlar bu antik reklam panosunun yorumunu şöyle yapıyorlar: "Kraliçeler kadar güzel olan benim aşkımı istiyorsanız kavşakta soldaki eve gelin!"


Başka bir araştırma grubu tabelada para olduğunu, bu durumda açıklamanın, "parası olan ve aşk arayanlar yolun sonundaki güzeli görün" şeklinde olacağını savunmuşlar.


Ayrıca, genelevin tam karşısı Celsus kitaplığı ve bu iki bina arasında yeraltı geçidi var. Bu durum, kentin önemli şahsiyetlerinin gizlice geneleve gitme olasılığını hatırlattı bana. Önemli şahsiyetler ya da eşlerinden korkan Romalılar.. Geneleve değil de kütüphaneye gidiyor görünmeleri onları dışarı karşı düzgün bir insan gibi gösterirken aslında direkt kapısından geneleve girmeleri onların daha yalansız bir adam olacağı gerçeğini değiştirmiyor.. Madem yapıyorsunuz arkasında durun..
Kaynakça
Keskin, Naci, Efes, 2002.